Kültür&Sanat Haber Girişi : 01 Ağustos 2021 17:26

BELGESELCİ GÖZÜ İLE İZMİR

BELGESELCİ GÖZÜ İLE İZMİR

BELGESELCİ GÖZÜ İLE İZMİR

 

                                                 Tahsin İŞBİLEN

 

 

Oğul babanın yaşadıklarını

 Unutmak, torunsa hatırlamak ister

 

“Belgeselci için başkasının hikayesi diye anlattığı her şey aslında kendi hikayesidir. Göç...Bütün ilişkilerimiz, bütün hayatımız bunun üzerinden biçimleniyor. Dünya böyle, yalnız Türkiye değil, yalnız Rumlar değil, yalnız Ermeniler değil, yalnız Kürtler değil… Herkesin hayatında şu ya da bu düzeyde, şu ya da bu uzaklıkta bir göç hikâyesi var.

 

Bu göç hikâyesi bizim kolay kolay yakamızı sıyırabileceğimiz bir şey de değil. Dolayısıyla filmini yaptığım başka hikayeler gibi göç de benim ve bizim, belgeselcilerin çok temel bir düşünme ve çalışma alanı.”

                                                                                                       Enis Rıza – Benim Giritli Limon Ağacım

 

Belgesel sinemacı, dün ile ilgilendiği kadar bugün ile de ilgilenir. Ama en çok dün ve bugün arasındaki bağlantı kurabileceği bir öykü anlatmayı seçer. Göç, dün ve bugün arasındaki önemli bağlantılardan biri olarak çıkar karşımıza. 100 yıl önce gerçekleşen göçün izlerini üç hatta dördüncü nesillerde bile gözleyebilirsiniz. Tarih ve sosyoloji göçün bilimsel yanını incelerken, belgeselci insan öykülerine odaklanır, onları anlatır.

 

Benim yönetmenlik hayatımda önemli bir yer tuttu mübadele. Hem gidenlerle hem de gelenlerle ilgili filmlerde çalıştım.

 

Tarihsel arka plan detayları elbette tarihçilerin, bilim insanlarının konusu, ancak belgesel film üretecekseniz sizin de bir çerçeveye sahip olmanız gerekir. Kaba hatlarıyla, uluslaşma sürecini yaşayan imparatorluk toprakları, girdiği bağımsızlık savaşı sonrasında, tarihte sık görülmeyen bir olgu olan insan mübadelesiyle karşı karşıya kalır ve 1923’te imzalanan Lozan anlaşmasıyla bu mübadelenin yasal çerçevesi belirlenir. Bu anlaşmaya göre, Türkiye sınırları içinde kalan Ortodokslar-Rumlar alarak okunabilir- ve Yunanistan içinde kalan Müslümanlar, yer değiştirecektir. Anlaşmada, Batı Trakya Türkleri ve İstanbul Rumları bu değişimin dışında bırakılır. O sırada Yunanistan’a bağlı olmayan "Oniki Adalar"da yaşayan Türkler de doğal olarak mübadele dışında kalır. İşte bu tarihten sonra, hak ve sınırlamalarla birlikte, İstanbul’da yaşayan Rumlar ve Yunanistan’da yaşayan Müslümanlar “azınlık” olarak adlandırılır ve hikayenin dramatik kısmı bundan sonra başlar. Hem Yunanistan hem de Türkiye’de, iki ülke arasında ki bitmez tükenmez siyasi gerilimlerde bu iki topluluk sürekli olarak koz olarak kullanılır: Osmanlı İmparatorluğuna karşı ulusal bağımsızlık mücadelesi veren bir ulus ve bir imparatorluğun devamı bir ulusun tarihsel olarak gerilimler yaşaması kaçınılmazdır.  Burada şu noktayı göz ardı etmemekte yarar vardır: bağımlı olan ulusun, egemen olan karşısında tarihsel olarak daha travmatik bir geçmişe sahip olması, ilişkide ister istemez daha hırçın taraf olmasını da beraberinde getirmektedir. Yine özel bir parametre iki ulus arasındaki kültürel, sosyo-psikolojik benzerliklerdir. Bu olgu ilişkinin gidişatına göre zaman zaman yapıcı zaman zaman da yıkıcı olabilmektedir.  İki ülkenin ilişkileri, aslında çokça Kıbrıs adasına endeksli görünse de asıl gerilim adanın petrol kaynaklarıyla olan stratejik ilişkisi sonucu oluşmuştur. Özellikle ‘90’larla birlikte “Globalizm” adı altında oluşan yeni dengeler, Türk-Yunan ilişkilerinde görece bir gevşemeyi beraberinde getirmiş, ’99 depremi bir vesile olmuş ve yeni bir rezonans dönemine girilmiştir. Bu dönem de doğası gereği salınımlıdır ancak ilişkiyi asıl belirleyen yumuşamadır. Son dönem kriz ve onun yarattığı yakınlaşma diğerlerine göre daha olumlu bir yan taşımakta. Bu genel sahneyi oluşturan aktörler hikayenin detaylarını oluşturuyor. Ayrı uluslar olsa da Mübadele sonrasında gidenler ve gelenler aslında benzer zorluklarla karşılaşırlar. Benim Giritli Limon Ağacım Belgeselini çekerken söyleşi yaptığımız Dimitra Gongolu, Alaçatı kökenli bir Rum. Ailesi mübadelede Girit’e yerleştirilmiş. Bize geldiklerinde karşılaştıklarını şöyle anlatmıştı:

 

“Bizi hoş karşılamadılar. Yaban arıları geldi, göçmen yaban arıları, bunu nefret ile söylüyorlarmış. Biz o zamanlar çocuktuk, pek hatırlamıyoruz, fakat büyüklerimiz üzüntü içinde ölene dek bunu hatırladılar. Giritlilerin bizi kabullenmesi uzun zaman aldı. Fakat şimdi hepimiz bir birliğiz. Herhangi bir problemimiz yok. Fakat o zamanlar, yeni gelenlere insanlar nefret içinde bağırıyorlardı, topraklarını aldıklarını, onlara ait olanları aldıklarını söylüyorlardı. İçinde kin besleyen bazı insanlar hala bunları söylemeye devam ediyor.”

 

 

Girit’ten gelen Müslümanlar da burada pek iyi karşılanmazlar. Aksanlı Türkçeleri eleştiri konusu olur. Aynı belgeselde söyleşi yaptığımız, Feriha Akdeniz çocukluk anısını hüzünle anlatmıştı:

 

“Ben uzaktan bakıyorum, annem gitmemi istemedi, hadi oradan sen önce Türkçe konuşmasını öğren, yarım gavur, dedi anneme.”

 

Aynı aileden Mükerrem İçören de Giritli olduğunu saklamak zorunda kalmış.

 

“Çocukluğumuzda ben de Giritli olduğumuzu söylemezdim, saklardım. Çünkü arkamızdan ‘yarım gavur’diye seslenirlerdi, üzülürdüm.”

 

 

 

 

 

İki ülkenin politik gerginlikleri mübadilleri etkiliyor kuşkusuz. Birinci nesli takip eden nesiller, köklerini bulmak, bu kültüre sahip çıkmak için çalışıyor. İkinci kuşak Alaçatı göçmeni Malvina Sfiga Daktila, babasının 11 yaşında iken terk etmek zorunda kaldığı evde duygularını şu sözcüklerle ifade etmişti:

 

“Eve titrek adımlarla çıktım, boğuşan bir kalp, durmak bilmeyen düşünce ve bir akıl. İki damla gözyaşı mutlaka akıyor, çünkü eminim oldukları yerden benim burada olduğumu görüyorlar. Bu ev, bana burada birçok neslin doğduğunu, babamın buradan 11 yaşında, hoş, gülümseyen bir çocuk olarak gittiğini anlatıyor. Evinden bu şartlar altında ayrılan bir çocuk olarak çok zorluklar çekti mutlaka. Yeni bir mahalleye, yeni bir eve uyum sağlamak hiç de kolay olmamış onun için. Fakat yattığı yerde rahat olduğunu biliyorum, o günlerde buğdaylarını öğüttükleri değirmende, bugün esen Alaçatı rüzgarının, uyudukları o yüksek yere kadar ulaştığına eminim. Çocukları ile torunları bu evi ziyaret edip sevgilerini gösterdiklerine göre, o da hala burada yaşıyor. Sabah uyanıp pencereyi açtığında, değirmenleri görmek kim bilir ne kadar güzeldi onun için. Oradan anlıyorlardı rüzgarın şiddetini. Mahalleyi görüyorlardı ve sakinleri ile merhabalaşıyorlardı. Bu duvarlar tanıklık ediyorlar, burada mutlaka yatak odalarında çok alışılmış bir ikona dolabı vardı. Ev çok güzel restore edilmiş, bu eski duvar, o zamanın tavanı ve ahşap döşemesi. Alaçatı’ya ve eve bakınca, o zamanın güzel ve tatlı anıları geliyor insanın aklına.”

 

Karaburun sakinlerinden Hidayet Yetimler, 100 yaşın üzerindeydi biz söyleşiyi yaptığımızda. Onun sözleri aslında mübadele öncesi ve sonrasını özetler gibiydi:

 

               “Çok çalışırdı Rumlar. Bizim köyden, bu dağların arkalarına kadar her yakalar bağdı. İskelede iki tane fabrika vardı, şarap fabrikası ayrı rakı fabrikası ayrı, taşları kazarlardı, çalıları, çubuk dikerlerdi bağa, hep rakı, şarap yaparlardı o üzümleri. Devrilirdi o üzümler kütüklerde. Kadınlar taşını eler, adamlar kazar, çalısını söker, şu kadar yer açtılar mı sevinirlerdi. Her yaka, dağlar bağdı, bir uçtan bir uca. Ama sonu böyle oldu işte.

 

Onlar gittikten sonra bağlar ne oldu?

 

Bozuldu. Kim işleyecek, kim yapacak. Muhacirler geldi, zeytinleri kestiler kökünden odun yaptılar, cıva madenine çektiler, bilmiyorlar, bağlar kurudu, bilmiyorlar, hiç işlemediler. Bir yeşil yaprak, bir bağ yapmadılar, bakmadılar gelenler. Hayvan edindiler, salma ne seninki kaldı ne benimki kaldı. Bağ bahçe hepsi mahvoldu, hepsi gitti. Satan sattı, satmayan öyle kalktı gitti.”

 

Bir belgeselci olarak, Batı Anadolu söz konusu olduğunda, bizi karşıya bakmaya yönelten bazı özellikler var. İlk unsur, gidenlerin, kalanlara göre çok fazla öğeyi kayıt altına almış olmalarıdır. “Küçük Asya Araştırmaları Merkezi” 1930’lardan itibaren gerek belge toplamış gerekse mübadillerin ses kayıtlarını almıştır. Bu anlamda çok zengin bir arşive sahiptir.

Karşıya bakmamızı gerektiren ikinci nokta, tarihi yorumlama konusunda, kalanlar için olumsuz bir sürecin işlemiş olmasıdır.  Tarihi kötüye kullanmada iki yöntem, bu döneme damgasını vurmuştur: Kazananların tarihi kötüye kullanımı ve “atlatma” yöntemi. Kazanan taraf olarak, dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi, kaybedenlerin izleri ortadan kaldırılmıştır. Tarih onlarsız yazılmıştır. Atlatma yöntemi de buna bağlı olarak, azınlıkların tarihsizliği biçiminde kendini göstermiştir. Bu nedenle karşı tarafla terbiye edilmiş bir analiz, her zaman daha zengin sonuçlar verecektir. Unutmamak gerek ki, tembellik de tarihin kötüye kullanımına neden olan hasletlerden biridir.