Giyim Tarihimizde Bir Gazeteci ve Edebiyatçı: Ebûzziyâ Tevfîk Bey [2]
Bike Sağduyu Sevinç
Giyim Tarihimizin Kaynakları mı?
Bugün, giyim tarihimizde, Osmanlı dönemine ilişkin araştırmaların eksikliği yanında kaynaklarımıza ilişkin araştırmaların, özellikle “kaynakça” bilgilerimizi içeren çalışmaların, yayınların eksikliğini yaşıyoruz.
Elbette Osmanlı giysi tarihinin temel kaynakları olan minyatürlere, albümlere, yabancı ressamların yaptıkları gravürlere bakarak erkek ve kadın giysilerimizin, saraydan gündelik yaşama, askerlerin giysilerinden farklı milletlerin giysilerine, esnaflardan din adamlarına, reayadan, köylülere değin yüzyıllar içindeki gösterdikleri değişimleri değerlendiren araştırmalarımız, yayınlarımız var. Ancak tarihsel sürece göre Türk Giyim Tarihi’nin kaynaklarını gösteren, örneğin Tanzimat günlerinden başlayarak gazetelerimizdeki makalelerin, haberlerin, duyuruların taranıp derlendiği bir çalışmamız yok… Böylesi bir çalışmanın zorluğunun bilincinde olarak yapılacak bir taramanın, giyim tarihimizi aydınlatacağını vurgulamalıyım. Ayrıca böylesi bir araştırmanın, sadece Türkçe gazetelerle yetinilememesi, Osmanlı’da yayımlanan Fransızca’dan Rumca’ya, Ermenice’den İbranice’ye vb. süreli yayınların da taranması öngörülmelidir.
Şimdi, bu düşüncemin bir örneklemi olarak da edebiyatımızın önemli bir yazarı, sanatçısı, aynı zamanda döneminin çok önemli bir yayıncısı olan Ebuzziyâ Tevfîk’in [3] [10 Şubat 1849 - 27 Ocak 1913], giyim tarihimiz açısından önemli olduğuna inandığım, bugüne değin değerlendirilmeyen bir makalesini tanıtmak istiyorum. Ebuzziyâ Tevfîk’in, dergisi Mecmûa-i Ebuzziyâ’da [4] yayımladığı,“Âdâb-ı Telebbüs” adlı makalesinde yazarımız, dünya düzenini alt üst eden sanayi devriminin bütün insanlığın giyim düzenini de nasıl değiştirdiğini anlatır. Sanayileşmeye koşut, artık toprakla bütünlenen yaşam biçiminden uzaklaşıp sanayileşmenin dayattığı yaşam biçimlerine geçen insanoğlunun giysilerini de nasıl değiştirmek zorunda olduğunu, “medeni dünyanın giyimde birliği sağladığını” bize kanıtlarıyla 1896 yılında gösterir.
Ancak burada, Ebuzziya Tevfik’in makalesini değerlendirmeden önce, biz Türklerin, yüzyıllar boyu pek önemli değişimler göstermeyen giysilerimize, geleneksel giyim düzenimize, XIX. yüzyıla, modernizmin değiştirdiği giysi algısına değin Osmanlı’da yaşananlara, kısaca giyim tarihimize bir göz atalım.
Modernleşme ve Giyim: Çuhadırdan Pantolona Binişten Cekete
Düşünsel bir üretim olarak modernleşme olgusu, gelişimini teknolojik buluşlara, atılımlara, girişimlere borçludur. Osmanlı’da modernleşme düşüncesi, Tanzimat dönemiyle, “toplumsal düzene yeni bir nizâm verme” olarak siyasal ve toplumsal yapıda uygulama alanları bulurken Osmanlı kadınını ve erkeğini yeniden biçimleyen en önemli güç, yaşadığımız giysi değişimleri olmuştur. Toprakla, tarımla yaşamını sürdüren bütün toplumlarda olduğu gibi Osmanlı’da da benzer öğeleri olan kadın ve erkek giysilerinin, yüzyıllar boyu hemen hiç değişmeden Tanzimat dönemine değin sürdüğünü göz önüne getirirsek yaşanan değişimin büyüklüğünü, önemi bugün daha iyi anlarız. Giyim / moda tarihimiz açısından Osmanlı’da yaşanan büyük değişimleri örneklemeden önce, giyim tarihimize, yüzyıllar öncesinden bir tanıklığa göz atalım:
“Öğleden sonra, Doğu giysileri sipariş verdiğimiz terzi, siparişlerimizi getirdi; yapacağımız uzun yolculukta bu giysiler olmadan rahat edemezdik; gelen giysiler şunlardan oluşuyordu:
1- Çuhadır; pamuklu kumaştan kırmızı geniş bir pantolondur; düğmeli değildir ve bir lastikle tutturulmaktadır. Diz aşağısı için, aynı zamanda çorap olarak kullanılan ve adına mest denen şeyi giyiyorlar; bu da, genellikle sarı, kırmızı, siyah ve vişneçürüğü renklerdedir. Mestin üstüne pabuç ya da çizme giyilir.
2- Zıbın; bizlerin kullandığı geceliğe benzeyen, kısa kollu ve dize kadar olan; ipekten olup içi pamuklu bir giysidir.
3- Kaftan; kollar dışındaki diğer kısımları yarım ya da tam ipek olup içi pamuksuzdur; dize kadardır ve belden ipek bir kuşakla bağlanır.
4- Kaftan üzerine cübbe giyilir; bunun da genellikle ya hiç kolu yoktur, ya da yarımdır; ipektendir ve içi devetüyü ile doldurulmuştur. Kışın ise, içi tilki veya bir başka kürkle doldurulur.
5- Kaftanın üzerine, İngiliz, Hollanda veya Fransız kumaşından astarsız “beniş” [biniş-B.S.] de giyilmektedir.
6- Baş ise, türban veya kalpak ile örtülmektedir. [Oğlan]
Eğer yağmur yağıyorsa, yukarıda saydıklarımın üzerine yedinci olarak kalpak veya türbanı da kapatan başlığı olan ve boynu da saran “yağmurluk” giyilir.
Giysileri herkes istediği renkten yaptırabilir. Tabi, yeşil dışında; yeşil renkli giysileri sadece Müslümanlar giyebilir, hele çimen yeşilini Muhammed soyundan gelenler dışında kimse giyemez. Bu yüzden de yeşil, Türkler için çok kutsal bir renk; hatta ve hatta yeşil sarığı şerifin dışında padişah bile kullanamaz. Şerif, şimdi çok az kalmış bulunan Muhammed soyundan geldiği ve de halifelik Tatar soyundan gelen Osmanlı’da olduğu için ve Tatarlar da, ta eskiden beri beyaz başlık kullandıklarından dolayı beyaz başlığı da Türklerden başka kimse kullanamaz.
Osmanlı’da bir insanın, başlığından, pabucundan veya çizmesinden hangi millete ait olduğunu anlamak çok kolaydır. Türkler ve Frenkler, eğer Frenk giysileri giymişlerse, sarı sahtiyan; Rumlar siyah, Ermeniler kırmızı ve Yahudiler de vişneçürüğü sahtiyan kullanırlar. Başlık için de aynı şeyler geçerlidir; Frenkler, kırmızı-beyaz veya kırmızı-sarı, ama tek renk beyaz kullanamazlar. Çünkü beyaz Türklerin rengidir. Rumlar, beyaz, çok nadiren de kırmızı çizgili mavi başlık; Yahudiler, beyaz, fakat mavi çizgili başlık kullanır. Rumlarda mavi çoğunlukta, Yahudilerde beyaz çoğunluktadır. Eğer, beyaz-mavi baş denirse Yahudi, mavi-beyaz baş denirse Rum anlaşılır.” [5]
Anadolu’ya misyonerlik göreviyle, gezgin rolünde gönderildiği anlaşılan Alman Papaz Stephan Schulz’un, 1753 yılının İzmir’inden bizlere seslenen tümcelerinin, Osmanlı giyim kuşamı üstüne, bugüne değin okuduğumuz en eski ve ayrıntılı açıklamaları içerdiği düşüncesindeyim. Giysilerimizin adlarını Latin harfleriyle yazarak önemli bir tanıklığın aktarıcısı olan Stephan Schulz’un dışında birçok gezginin de seyahatnamelerinde, Osmanlı kadınlarının, erkeklerinin, “gayr-i Müslimlerin” giyimleri üstüne gözlemleriyle önemli bilgilendirmelerde bulunduklarını biliyoruz.[6]
Stephan Schulz’un adlarını saydığı giysi adlarının çoğunun belleklerimizde olduğunu ve Anadolu’da az da olsa hâlâ varlıklarını sürdürdüklerini görüyor, biliyoruz. Şimdi de giyim /moda tarihimiz açısından önemli bir belgeye, Teodor Kasap’ın gülmece dergisi Hayâl’de çıkan bir Karagöz karikatürüne bakalım:
- Ulan! [Oğlan] Bunları niçin çıkardın?
- Ey Hacivat, ne çâre “Zemâne [devir, şimdiki zaman-B.S.] sana uymaz ise, uy zemâne sen” buyurulmuştur. [7]
Sandalye üstündeki giysilere bakarak Hacivat’ın “Ulan!! Bunları niçin çıkardın?” sorusuna, Karagöz, “Zemâne sana uymaz ise, uy zemâne sen” diye karşılık veriyor görünse de Hacivat’a gerçek yanıtı, üstündeki giysileriyle verir!... Yüzyıllar boyu giydiği giysiler yerine Karagöz, üstünde gömleği, kravatı, yeleği, frak ceketi, pantolonu, kısa konçlu hafif topuklu ayakka-bılarıyla tam bir Tanzimat “şık”ı olarak karşımızda durmaktadır!.. Hacivat’ı şaşırtan bu değişim rüzgârı, kaçınılmaz olarak “gelenekseli” de etkilemiş, nasıl karşılanırsa karşılansın, artık değişim başlamıştır!
1753’den 1874’e, ne oldu da biz bu değişimi yaşadık? Bunu hepimiz biliyoruz. Dünyadaki değişime koşut Osmanlı’nın da yaşadığı, yaşamak zorunda kaldığı bir değişim. Bilimsel buluşlarla varolan teknolojik gelişmeler sanayi devrimini yaratırken üretim biçimlerinin hızla makineleşerek değişimi, ekonomik açıdan güçlü yeni sınıfları yaratırken ticaret yaşamı doğal olarak insanı da değiştirdi. Bu değişim rüzgârı, o güne değin edinilmiş insana özgü hemen bütün değerleri altüst etti. Özellikle Fransız devrimi sonrasında yayılan özgürlük düşüncesi, bağımsızlık isteklerini tetiklerken imparatorlukların toplumsal yapılarını alt üst etti. Doğal olarak silahlanmanın hızlanması çatışmalara, savaşlara neden olurken ordu düzenlerini, ülkeleri, sınırları ve insanları da değiştirdi. Sanayi devrimindeki gelişmelere ayak uydura-mayan, çöküş sürecindeki bir imparatorluk olarak Osmanlı, kötü gidişe engel olmak için kimi önlemler almaya çalışsa da hem bilgi hem de ekonomik birikimi çöküşü durdurmaya yetmedi. Uluslaşma düşüncesinin de etkisiyle onlarca “milleti” kapsayan diğer imparatorluklarla birlikte Osmanlı İmparatorluğu da kaçınılmaz olarak parçalandı, çöktü.
Osmanlı’da Giyim Kültürünün Değişimi:
Elbise Nizâm-nâmesi / 11 Nisan 1829
XVIII. yy’ın ortalarından XIX. yy’ın sonuna değin Sanayi Devrimi’nin özellikle Avrupa’da, Amerika’da gösterdiği değişim etkisi, yeni bir yaşam biçimini, modernizmi de beraberinde getirir. Özellikle eğitim, öğretim yöntemlerinin, bilgi edinme yollarının değişimiyle oluşan yeni toplumsal düzende, insanoğlu yenileşmeyi, modernleşmeyi yaşam biçiminin temel ögesi sayar. Modernleşme, düşünsel bir üretim olarak yenileşmeyi, değişmeyi ve gelişmeyi amaçlarken simgesel bir değer olarak da varlığını, en somut bir biçimde giyimde gösterir. Modernleşme ile gelenekselin bütün ilişkilerinde, uyumunda, çatışmasında giysi, en somut gösterge olarak varlığını sürdürmüş, sürdürmeye de devam edecektir.[8]
İnsanın “giyinme” düşüncesinde, örtünmeden modaya uzanan süreçte, özellikle “moda olanı yaratma”da, hemen her toplumun, kültürün, kendine özgü, yaşadığı coğrafyayla, mekânla sıkı sıkıya bağlı değer dizgeleri vardır. Sanayi devrimiyle birlikte, kurulan fabrikalardan kullanılan makinelere, maden ocaklarından bütün çalışma alanlarına, değişim en yoğun bir biçimde, kendisini giyimde gösterir. Topraktan makineye geçen insanoğlu, bedeninin uyumu yönünden giyim /giyinme alışkanlıklarını terk etmek zorunda kalır.
İnsanın, “giyim kuşam bilgisi”nde, giyinmeyi öğrenme sürecinde, “giysi” ile “giyinme” olgularının evriminin, gerçek anlamını bugün “moda” sözcüğüyle kazandığını biliyoruz. Biçimle anlam kazanan ve konum /statü değerleriyle, nitelikleriyle, insanın beğeni düzeylerini yansıtan moda olgusu, gelişimimize koşut değerlere uyarak kavramsal gelişimini de sürdürecektir.
Sanayi devrimini yaşayan Avrupa karşısında geri kalışının farkında olan Osmanlı devlet yönetiminin, öncelikle askeri alanda ve eğitim düzeninde yaptığı değişikliklerle yenileşme eylemlerine giriştiklerini biliyoruz. III. Selim’in [1789-1807] “yeni düzende” Nizâm-ı Cedîd” ordusunu kurarak attığı yenileşme adımlarını, II. Mahmut [1808-1839] Yeniçeri Ocağı’nı [15 Haziran 1826] kaldırarak hızlandırır. II. Mahmut, padişah olduğunda, Osmanlı devletinin çağa ayak uyduracak değişimleri her alanda yaşaması gerektiğine inanıyordu. Yeniçeri Ocağı’nın yerine Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye Ordusu’nun[9] kuruluşuyla askeri kıyafetlerin yeniden düzenlenmesi, özellikle askere, büyük tartışmalardan sonra fes giydirilmesi, erkek giyiminin ülkemizde göstereceği değişimlerin de başlangıcını oluşturur.
Osmanlı’da ilk kez, II. Mahmut ile “üniforma” niteliğiyle bir askeri giyim tasarlama girişimi kararı alınır. Ancak, tasarlanan bu yeni “üniforma” için gereken kumaşları yapmak, üretmek büyük bir sorun olarak ortaya çıkar. İşte bu dönemde, 1827 yılında, II. Mahmut, yeni ordunun kıyafetlerinin dikimi için “Dikim-hâne-i Âmire”yi kurdurur[10]. Ancak giysiler için gereken malzemeler henüz hazır değildir. Özellikle fesin üretimi için çok uğraşılmış, Tunus ve Fransa’dan ithal edilen feslere çok para ödenince de yerli üretime geçme kararıyla 1833’te, bugünkü Fes-hâne binasında, fes fabrikasının kurulduğunu biliyoruz. Fes-hâne, devlet eliyle açılan ilk fabrikalardandır.
Yeniçeri Ocağı’nın yerine kurulan Asâkir-i Mansûre-yi Muhammediyye ordusu, kıyafetinden silahına tümüyle Batılı bir orduydu. II. Mahmut, yalnız orduyu yenilemenin “reform” hareketlerine yetmeyeceğini, köklü “ıslahât”lar yapılıp devletin bütün kurumları modernleştirilmedikçe imparatorluğun ayakta kalamayacağını biliyordu.[11] Bu düşüncedeki ısrarı, yaptığı yenileştirmelerin amacına ulaşmasını ve kalıcı olmasını sağlamıştır. Kendisine "gâvur padişah" denilmesini göze alacak denli askeri, idari, mülki ve mali alanlarla maarif ve sağlık konularında, cesurca reformlar yapması, II. Mahmut’un Osmanlı tarihinde yenilikçi bir padişah olarak değerlendirilmesini sağlamıştır.
Gerçekte Osmanlı’da modernleşme sürecinde, tarihsel anlamda, erkek giyiminin değişim ve gelişiminde ilk resmi girişim, II. Mahmut’un, “hicrî 6 Şevval 1244 / milâdî 11 Nisan 1829” tarihinde yayımlanan Elbise Nizâm-nâmesi ile atılır. Giyim tarihimizde, “Elbise Nizâm-nâmesi / Tahsîs-i Elbise be Sunûf-ı Hademe”[12] adlı belgenin yayımlanışı, hem askeri, hem de sivil giyimdeki değişimlerimizi belirleyen önemli bir adımdır. “Çalışan Sınıfların / Hizmet Edenlerin / Hizmetlilerin Giysilerinin Özelliklerinin Düzenlenmesi” diye Türkçeleştireceğimiz genelgede yeni giysilerin kabulü için ilginç gerekçeler öne sürülürken örneğin “serpuş / şapka” kullanımına ilişkin değerlendirmeler toplumbilimsel bir üslubun da örneklemesi olur. İlginç gerekçeler içeren bu belgenin dilini günümüze aktararak söylersek konuyu bugün daha iyi anlarız:
“Vaka-i Hayriyye’yi izleyen günlerde büyük ve küçük mevkilerde / görevlerde olanlar, kavukların ağırlığından başlarını kurtarmışlardı. Ancak kavuğun yerine başka bir giyim aracı, kisve konulamadığı için de herkes kendi kararlarıyla, başlarına farklı şeyler sarmaya başladı. Aralarında kavuktan büyük başlar belirmişti. Birbirine benzemeyen kıyafetlerle memurlar arasında bir belirginleşme oluşma-dığından padişahın hizmetinde olanlar ile padişahın iktidarı için dua edenlere bir ayırıcı, belirleyici işaret olmak üzere bir genelgenin çıkartılmasına karar verilmiştir. ”[13]
Elbise Nizâm-nâmesi’nin ekinde, kılık kıyafetle ilgili hem askerlerin, hem de devlet memurlarının resmi kıyafetlerinin, günlük kıyafetlerinden farklı olacağı maddeleştirilerek bize gösterilir. Elbise Nizâm-nâmesi ile hem askerlerin hem de bürokratların, gündelik yaşamlarıyla tören giysileri belirlenirken ‘şeriatin çizdiği sınırı aşmış türlü türlü savurganlıklara’ engel olmak da temel gerekçe olarak gösterilmiştir. Festen pantolona, ceketten paltoya yaşanan değişimler, halkın bir kısmında rahatsızlıklar yaratsa da sonuçta, şeriatten güç alarak atılan bu adım, modernleşme kararı alan Osmanlı’da, biçimle tamamlanan bir düşüncenin, gerçekte “kıyafet devriminin” ilk dışavurumudur.
II. Mahmut’un yenilikçi uygulamaları, salt askeri kıyafetlerle sınırlı değildir. Örneğin bayramlaşma ve elçi kabulü gibi resmi törenlerde ve gündelik yaşamda giyilecek giysilerde yapılan değişikliklerde, bizzat padişahın protokol / teşrifat düzenini, giyilecek giysileri belirleyen düzenlemelere imza attığını görüyoruz.[14] Yine, Sultan Abdülmecit döneminde, Kırım Savaşı [1853-1856] sürecinde, nazırların, devlet memurlarının setre ve setre pantolon ile kolalı gömlek giymeleri, boyunbağı takmaları zorunlu bir uygulamaya dönüşmüştür.
XIX. yüzyılın hemen başlarında, Avrupa’daki erkek giyiminin, redingotlarının, fraklarının, ceketlerinin, pantolonlarının vb. Osmanlı bürokratlarınca, sadrazamından en küçük devlet memuruna değin hepsince giyildiğini, örneğin elimizdeki fotoğraflara bakarak kolayca belgeliyoruz. Osmanlı’da, modernleşme sürecinde “biçimde” yaşanan bu değişim, doğal olarak düşüncede de yaşanacak, biçim ve öz ilişkisi, dönem dönem çatışmaları, kavgaları, tartışmaları da beraberinde getirir. Yüzyılların biçimlediği, gelenekselleşmiş bir giyim kültürünün yerine Avrupa modernizmine, önce biçimde, sonra da içerikte öykünülmesi, yeni bir yaşam biçimi olarak kabul edilmesi, Osmanlı toplumu için tartışmasız büyük bir değişimdir!
Giysi tarihimiz, gösterdiği değişimler açısından ilginç tartışmaları ve karşıtlıkları da içerir. Bu değişim rüzgârında, geleneksel kıyafetten “millî kıyafet”e yönelişte, Osmanlı’da bir “millet”in tanımanın da anahtarı kolayca ortaya çıkar. XIX. yüzyılla birlikte, sanayileşmenin, modernizmin ve modanın birleşen gücüyle, Avrupa ve Amerika’daki ulusların erkeklerinin ve kadınlarının ortak giyim kuşamda birleşmeleri, Osmanlı’da da çok tartışılacak, giyim kuşamda yaşadığımız kargaşanın yerine “medenî milletleri” izlememiz gerektiği gündeme getirilecektir.
Elbette “Elbise Nizâm-nâmesi” ile giyim kuşama ilişkin her tür sorunun çözüldüğünü, askerlerin, bürokratların / devlet memurlarının giyim kuşamlarının hemen değiştiğini söyleyemiyoruz. Yenileşme sürecinde saray ve çevresindeki kadınlarımızın [15] Batı modasıyla daha hızlı bir uyum gösterdiğini biliyoruz. Ancak Osmanlı toplumundaki “sivil” erkeklerin
kadınların giyiminin değişiminin temellenmesi için Cumhuriyet’in ilk yıllarına, 1925 yılına gitmemiz, Mustafa Kemal’i beklememiz gerektiğini hepimiz biliyoruz!
İşte şimdi, giyim tarihimizdeki tartışmalara, giyim tarihimiz açısında çok önemli bir belgeyle katılan, giyim tarihimizdeki yenileşmenin, moda dünyamızdaki değişimin zorunluluğunu gerekçelendirerek ilk kez açık açık savunan, basınımızın, edebiyatımızın önemli adı Ebûzziyâ Tevfik’in dergisi Mecmûa-i Ebûzziyâ’da, 1896 yılında yazdıklarını okumanın tam sırası…
Giyim Bilgimiz : “Âdâb-ı Telebbüs [16]
Bu ma‘lûmdur ki her kavmin kendine mahsûs bir kıyâfeti ve onun dahi bir tarz-ı telebbüsü vardır. Bundan bir asır mukaddemine kadar akvâm-ı garbiyyeden her birinin mensûb oldukları milliyeti fark olacak sûretde ayrı ayrı kıyâfetleri vardı. Nitekim (Vak‘a-yi Hayriyye’ye) kadar biz de kendimize mahsûs bir kıyâfeti hâiz idik.
Bugün Avrupa akvâmının telebbüs ettikleri kıyâfet ise ondokuzuncu asrın evâilinde Fransızlar tarafından ittihâz olunmuş ve pek az bir zaman mürûrunda her taraftan mazhar-ı taklîd ve kabûl olunmuştur. Ondan evvel her kavim, kadîmden beri kendilerine mahsûs olan tarzda libâs giyerler idi. Hatta kisve-i serleri bile milliyetlerinin alâmât-i fârikasından ma‘dûd idi. Hâlâ dahi İspanya’da, İtalya’da, İsviçre’de, Avusturya (-yı Bâlâ) da, Fransa’nın Brötanya ve Gaskonya taraflarında, İskoçya ile İrlanda’da, Almanya’nın ekser memâlikinde, Norveçya ve Danimarka’da, Macaristan’da, Romanya’da, Lehistan’da büyük şehirlerden mâadâ kasabât ve kurâ ahâlisi kadîmen lâbis oldukları kıyâfeti muhâfaza etmişlerdir. Nitekim Türk, Arab, Arnavud, Boşnak ve Kürd ve Laz nâmlarıyla ma‘rûf olan akvâm-ı Osmâniyye dahi sâkin oldukları memâlikde kiyâfet-i kadîmelerini lâbistir.
Fakat bugünkü günde Avrupalı ta‘bîr ettiğimiz ve Amerikalılar dahi dâhil olduğu hâlde (Frenk) itlâk eylediğimiz akvâm, kıyâfet-i medeniyyece yeknesakdır. Hatta tarz-ı tekellümleriyle mensûb oldukları kavmiyet hakkında – velev sathî olsun- sûret-i mahsûsada tetebbuâtda bulunulmamış ise bir Alman’ı bir Hollandalı’dan, bir İspanyol’u bir İtalyan’dan, bir İngiliz’i bir Avusturyalı’dan, bir Fransız’ı bir Belçikalı veya İsviçreli’den tefrîk etmek kabil değildir. Çünkü kıyâfetce cümlesi müttehid ve âdâb-ı telebbüs ise akvâm-ı mütemeddinenin kâffesinde vâhiddir.
Âdâb-ı Telebbüs Neden İbârettir?
Vâkıâ âdâb-ı telebbüsden haberdâr olmayanlar böyle bir sûâl irâdında ma‘zûrdur.
Âdâb-ı telebbüsü öğrenmek için asker sınıfını pîş-i nazara almak kifâyet eder. Çünkü göz önüne alınan bir neferin [ âdâb-ı telebbüse ] riâyet edip etmediği vehle-i nazarda zâhir olur. Nizâm üzere giyinmiş bir nefer nasıl olmak lâzım geldiği herkesce ma‘lûm ise de, biz bunu mechûl farz ederek ta ‘rîf ve irâe edeceğiz: Bir neferin giydiği libâs, velev köhne dahi olsa, temiz pâk olmak, ya‘ni üzerinde toz toprak veyâhûd mâyiâtdan bir şey bulanmasıyla lekelenmiş olmamak, söküğü, yırtığı veyâ eksik bir düğmesi bulunmamak, ayakkapları boyanmış, palaskası, silâhı, düğmeleri parlatılmış bulunmak, nihâyet giydiği setre veyâ caket kaç düğme veyâ kopçayı hâvî ise cümlesi iliklenmiş, fes veyâ kalpağı alnının üçte iki kısmını setr etmek sûretiyla giyilmiş olmak lâzım gelir.
Şu ta‘rîf ettiğimiz tarz-ı telebbüs neferden ser-askere kadar umûm efrâd-ı askeriye için bir emr-i kânûnidir. Ona muhâlif en hakîr bir noksan veyâ ednâ bir eser-i tesâmuh âdâb-ı telebbüsü ihlâl edeceğinden “discipline militaire” denilen [ zevâbit-i askeriyye] o neferi mesûl eder.
Şimdi gelelim sınıf-ı askerî hâricindeki sunûf-ı âmmeye: ma‘lûmdur ki dünyanın her tarafında ekser âdât-ı kavmiyye ve medeniyyenin mahal-i tatbîk ve cereyânı pây-i tahtlardır. Bir kavmin söylediği lisândan, giydiği kunduraya kadar kaffe-i havas tabiiyye ve müktesebesi ve kaffe-i hâcât-ı zarûriyye ve medeniyyesi, tarz-ı muâşeret ve muhalliti pây-i tahtlarda cârî olan usûle tabi‘dir. Ve yine ma‘lûmdur ki her kavm-i mütemeddin askerî ve mülkî nâmlarıyla iki sınıfa münkasimdir. [Mülkî] (1- Bunun Fransızca mukâbili olan SİVİL ta‘bîri mensûb olduğu lisânda efrâdını câmi‘ ve ağyârını mani‘ ise de hayfâ ki bu medlûlü lisânımızda hakkıyla edâ edecek kelime yoktur. Ve MEDENÎ veyâ ŞEHRÎ gibi ta‘bîrlerle tercümesine kalkışılsa bu lafızların bizde mülâbis olduğu manâlardan dolayı SİVİL kelimesinin medlûlünü ifhâmdan ziyâde işkâl edeceğinden bi-z-zarûre MÜLKÎ ta ‘bîri ihtiyâr olunmuş velev ihtiyâr ise bâlâdaki tefsîr devrân-ı devre (-?-) sebeb olmuştur.) dediğimiz sınıf, askerî dediğimiz sınıf gibi kaffeten bir kavmin âmme-i inâmından müteşekkil olmakla berâber, sınıf-ı mülkî denilince asker olmayan ve fakat muâmelât ve muâşeretdeki kemâlleri haysiyetle akvâm-ı nâsdan ayrı olan takım merâm edilmiş olur. Şüphe yoktur ki bir şehrî, ya‘nî efrâd-ı mülkiyyeden biri giyinip kuşanmak, yürüyüp gezmek, mâ-fevk ve mâdûnuna tesâdüfte mu‘tâd olan âdâb ve merâsime riâyet etmek husûslarında terbiye-i medeniyyesi hasebiyle avâm-ı nâsdan mümtâz addolunur.
Şimdi efrâd-ı memleketten bir efendi veyâ beğ ki asker değildir, ve asker olmayan her şahıs SİVİL ya‘nî efrâd-ı mülkiyyedendir; telebbüs husûsunda nasıl olmak lâzım gelir? Nasıl olacak, asker değildir ki kıyâfetçe bir kanûna tabi‘ olsun. Onun kıyâfetini SETRE PANTALON ve KUNDURA ile FES teşkîl eder. Eğer taşra halkından veyâ esnâf takımından ise ŞALVAR veya POTUR, SALTA veyâ CEBKEN ve yine bu libâslarla mütenâsib bir ayakkabıyla sadece veyâ üzerine bir şey sarılmış fes giyer ve bu vechle sınıfına muvafık olan kıyâfetini itmâm ile cem’iyyet-i Osmâniyye arasına karışmağa ihrâz-ı liyâkât eyler.
İşte bizim de asıl anlatmak istediğimiz cihet burasıdır.
Herkes biliyor ki biz vaktiyle başımıza SARIKLI KAVUK, sırtımıza CÜBBE veyâ BİNİŞ, bacaklarımıza ÇAKŞIR veyâ ŞALVAR, ayağımıza MEST PÂBUC giyer idik. O zaman ise CÜBBENİN altına ENTARİ giymekle NÎM-TEN [mintan-B.S.] giymek beyninde bir fark yok idi. Fakat GECELİK ENTARİ ta‘bîr edişimizden bir de GÜNDÜZLÜK ENTARİ olduğu anlaşılıyor. Bu gecelik ile gündüzlükten hangisinin daha uzun veyâ kısa olduğunu bilemeyiz. Fakat her hâlde yek-diğerini tefrîk edecek bazı evsâf-ı mahsûsası bulunacağını tasdîk zarûrîdir. Bu entarilerin geceye veyâ gündüze mahsûs olanından birini lâbis olan bir âdem, üzerine cübbesini giyince sokağa çıkabilirdi. Hatta mevsimine göre KÜRK ile de sokakta gezerdi. Çünkü kürk dahi cübbe gibi içe giyilen esvâbı sâtir bir libâs addolunur idi.
Fakat o zamanın kıyâfeti dairesinde dahi her sınıfa mahsûs bir âdâb-ı telebbüs mer’î idi. Meselâ cübbe ile kürk beyninde setre-i libâs olmak itibârıyle bir fark olmamakla berâber devâir-i resmiyyeden birine mensûb olan bir efendi makâm-ı memûriyyetine evinde giydiği kürkle gidemez ve kürkün üzerine mutlaka sınıfına göre cübbe, biniş gibi bir şey giymeğe mecbûr idi. Hatta ulemâ ile memûrîn-i mülkiyye ve esnâf takımının cübbeleri biçimce, şekilce hatta renkce farklı idi. Bunu ise bize KIYÂFET-İ ATÎKA-İ OSMÂNİYYE nâmındaki eser irâe ediyor.
O zamanın memûrîn-i hükûmetiyle sınıf-ı ulemâsını ziyy-i mahsûslarıyle istisnâ edip de sâir efrâd-ı nâsı pîş-i nazara alırsak görürüz ki gündüzlük ve gecelik entarisiyle, cübbe-siyle, kürküyle ve hatta cübbesini [kartal kanadı] ta‘bîr ettikleri yolda salla sırt ederek her ferd sokağa çıkar, mesireye gider, çarşıda gezebilir idi. Çünkü mensûb olduğu sınıt-ı resmîye göre bir ziyy-i mahsûs olmakla berâber yine umûm kavmin kıyâfeti bir nev’ idi; ya‘nî, cübbe, entari, şalvar, kavuk, çizme, yemeni, pâbuc.
Şimdiki gibi nisvân o tarihte cem‘iyyetle sokağa çıkmaz, mesirelerde ricâl ile muhtelit bir hâlde bulunmaz idi. Bu cihetle umûmen zükûr-ı memleket kendi âlemlerinde beğendikleri tavır ve kıyâfetde gezebilirler idi. Bâ-husûs ecânib dahi henüz ihtilâta başlamamış olduğun-dan, âdâb-ı muâşeretimize vâkıf değildi. Hâsılı diyânetce aramızda ne kadar fark var ise ahlâkca, âdâtca, etvârca, kıyâfetce, muâşeretce de o kadar fark var idi. Ondan dolayıdır ki bazı zararsız tavırlarını taklîd edenlerimize min-el-kadîm [ Frenk mukallidi] ve taklîd edilen tavra [ Frengâne ] ta‘bîr ederlerdi. Biz o zamanlara biraz yetişdiğimizden gerek pederlerimizle hem sin veyâ müsinn zevâttan, bazı [alafrangaya] özenenlerimiz hakkında bu ta‘bîrlerin bir şive-i mütehekkim-âne ile söylendiğini işitir idik. Şimdi ise [alafranga] veyâ [alamod] deyip geçiyoruz.
Bugün ise kavuğa bedel fes, cübbe ve binişe bedel setre ve palto, redingot veyâ pardesü, saltaya bedel caket, şalvara, çakşıra bedel pantalon, nîmtene bedel kolalı gömlek, mest pâbuca bedel kundura, potin giymekteyiz. Giydiğimiz şu elbise ise bizim kisve-i hâriciy-yemiz, ta‘bîr-i diğerle hânemizin hâricindeki kıyâfetimizdir ki bununla cem‘iyyet-i medeniyle arasında bulunmağa kesb-i liyâkat ediyoruz. Binâenaleyh âdâb-ı telebbüse dahi hânemiz hâricinde riâyet etmek mecbûriyetindeyiz. Çünkü bir insan hânesinden sokağa çıkınca kendisini muvâcehe-i umûmda bulacak ve binâenaleyh husûsiyyetten umûmiyyete intikâl etmiş bulunacaktır. Bir âdem dâire-i mahremiyette bulundukça istediği tavır ve hareketi icrâda muhtârdır. Keyfi isterse odasında bir gömlekle oturur, “muhtesebira derûn-ı hâne çi kâr”, fakat hânesinden hâricde bulununca âdâb-ı umûmiyyeye riâyetle mükellef olduğunu unutma-malıdır. Âdâb-ı umûmiyyeye riâyet ise herşeyden evvel âdâb-ı telebbüse riâyettir. Bugün aklâm-ı devletten birine mensûb bir efendi tasavvur edilebilir mi ki ayağında potinsiz yalnız çorapla veyâhûd çorapsız bir terlik bulunduğu hâlde gecelik entarisi veyâ pantalon üzerine bir hırka veyâhûd kürk giyerek müdâvim olduğu kalemde isbât-ı vücûd edebilsin? Edecek olursa huzzârın hande-i istihzâsına hedef olmak bir taraf, derhâl hiffet-i aklına hükm edilerek birine terfîkan yâ hânesine veyâhûd Toptaşı Tımârhânesi’ne gönderilir. Çünkü âdâb-ı telebbüse mugâyir bir ziyy-i garîb ile kaleme gitmek hiçbir âkilin hayâl ve hâtırından geçmez. Çünkü yâ hiffet-i aklına veyâhûd maskaralığına hükm edileceğinden emîndir. Yâ bir kalem odası halkına garîb görüneceği için hiffet-i aklına delîl tutulan bir kıyâfet-i acîbe ile sabahleyin veyâ akşamüzeri mahalle kahvehânesine, eyyâm-ı ta’tiliyyede kayığa, arabaya, demiryol arabalarına binerek seyre, eğlenceye gidenler neden âkil veyâ terbiyeli addolunur? Bir kalem halkını tahkîr etmemiş olmak için âdâb-ı telebbüse riâyete nefsini mecbûr bilen zevât, bir memleket halkına karşı o mecbûriyyeti neden ferâmûş ediyor? Niçin umûma riâyeti unutup da kendini suhre-i enâm eyliyor?
Terbiye-yi necîb-âne ile mef‘ûr (-?-) olan âileler meyânında evlâd, peder ve vâlidesinin huzûruna dâhil olabilmek için kıyâfetce kuyûd-ı terbiye ve âdâb-ı telebbüse riâyetle mükellefdir. Terbiyeli bir âile içinde yetişen bir çocuk uçkurunu sallayarak veli ve veliyyesinin görebileceği yerde dolaşmak şöyle dursun hizmetçisine tesâdüf edebilmek ihtimâliyle odasının eşiğinden bir hatve atamaz.
Vaktiyle bir edibimizin görenekten şikâyeten yazdığı bir makâlede irâd eylediği misâller sırasındaki şu “görenek insanın giyeceğine karışır: Meselâ ulemâdan bir zât kendi fevk-inde bulunan diğerinin huzûruna -velev Temmuz esnâlarında Yemen’de bulunsun- binişsiz veyâhûd küttâbdan bir zât âmirinin meclisine – velev kış ortası Erzurum’da bulunsun – paltolu giremez Girerse kıyâmetler kopar. Biçâre mâ-fevkindekileri tahkîr ile ithâm olunur.” Fukara ile bâlâdaki mesrûdâtımız arasında tenâkuz tasavvûruna mahal yoktur. O zâtın şikâyeti merâsim nâmına ihtiyâr olunan tekellüfât-ı müfratdandır. Yoksa bir kavmin velev görenek yolunda olsun terbiyesine ta‘arruz değildir.
Temennâ dediğimiz evzâ‘-ı perestiş-kârâne vaktiyle eğilip yerden aldığı toprağı başına saçmak yolundaki huzû‘-ı tezellül-kârâneden mütehavvil bir muâmele-i ihtirâmiyyedir. Bugün merâsim-i teşrifâtiyyece küçük mertebede bulunan bir âdem, merâtib-i resmiyyece büyük add olunan bir zâtın huzûruna girdiği vakit yerlere kapanmak değil, cüz’î bir inhinâ dahi göstermeksizin elini başına götürmekle ifâ-yı selâm ve ihtirâm ederse o zât tarafından mazhar-ı istiskâl olmaz. Hele yerden taş alırcasına kaldırımlara eğilerek edilen temennâlardan bugün mütelezziz olacak cidden bir büyük âdem tasavvur olunamaz. Bu hâlde göreneğin dahi kendi dâiresinde tebeddül-i zamân ile tebdîl-i tavr etmesi kanûn-ı tabiat mukteziyâtından imiş: elbette ulemâdan bir zâtın yine ulemân fevkinde bulunan bir zâtın huzûruna binişsiz girmesine mesâğ-ı resmî yoktur. Bu görenek neticesi değil, usûl-i teşrifâtiyyeden bir kâidedir. Bundan onbeş yirmi sene evvel aklâm ve devâir-i devlete devâm eden küçük büyük memûrînin kâffesi setre giyer idi. Redingotlu bir âdeme sokakta bile nâdiren tesâdüf edilirdi. Şimdi ise yine devâir-i devletde setreli zevât ile redingot iktisâ edenlerin bir istatistiği tutulacak olsa ekseriyeti setresizler teşkîl eder.
Bizim âdâb-ı telebbüs nâmıyle halkı riâyete mecbûr bildiğimiz şey, görenek hülâsası değil, âdâb-ı umûmiyye ve hatta terbiyye-i kavmiyyedir. Biz şimdi kendi âlemimizde yaşamıyoruz. Mülkümüzde yüzbinlerce ecnebî var. Onlarla muâşeret ve muhâletet mecbûriyetindeyiz. Ya pantalonu, paltoyu çıkarıp şalvarı, cübbeyi giymeliyiz yâhûd setre pantalonu hasren hâric-i beyte tahsîs ile kürkle, gecelik entarisiyle sokaklarda evinde gezer gibi nisvân-ı memleket arasında gezmekten ibâ etmeliyiz.
Avrupa’da ekserinin kisvece mürâât eylediği âdâba tatbîk-i kıyâfet etmeyenleri zâbıta-i belde riâyete mecbûr eder. Velev iki ipli bir hamal olsun, gömleğinin yakasına bir boyunbağı takmakla mükelleftir. Ve hiçbir ferd yoktur ki hâb-gâhında bulunduğu kıyafetle evinin kapısından dışarı değil, hatta kapısının önüne çıkabilsin.
Şu makâleyi okuyanların pek çoğu hiç şüphe etmez ki zât-ı bahsde mutmah-ı nazarımız Avrupalılar olduğu için bizi onlara taklîd heveskârlığıyla ithâm etmek ister. Fakat her türlü zunûn-ı seyyieden tecrîd-i nefs edip de vesâyâmızı âdâb-ı medeniye nâmına sencide-i mîzân-ı insâf eden ukalâ-yı ümmetin bu husûsta isâbet-i re’yimizi tasdîk edeceklerinde emniyyetimiz ber kemâldir.”
Bugün, döneminin gazete dilini de yansıtan Ebuzziya Tevfik Bey’in makalesindeki birçok sözcük dilimizde kullanılmadığı için kimi okurlar ilk anda anlamakta sıkıntı çekseler de ben yine de içeriğin küçük bir uğraş ile anlaşılacağını düşünüyorum… Diliçi bir çeviriyle yazımızın oluşturacağı uzunluktansa okurlarımızın Osmanlıca sözlüklerden yardım alarak makaleyi çözümlerken Mustafa Kemalimizin uzgörüşünü, Dil Devriminin önemini, değerini bir kez daha anlamalarını yeğlerim.