TarihHaber Girişi : 05 Mayıs 2021 18:40

Mustafa Kemal'in Eserlerinde Kadının Kurtuluş Meselesi

Mustafa Kemal'in Eserlerinde Kadının Kurtuluş Meselesi

Mustafa Kemal'in Eserlerinde Kadının Kurtuluş Meselesi

 Prf Dr. Doğan Göçmen

  Selanik'in Olimpos'unda iadesi vaat edilen geçmiş

tatlı günlerin hülyalarına daldım. O ciddi kardeşlik hayatına

örnek olan günlerin tekrar yaşanması ne kadar büyük saadet olur.[1]

Mustafa Kemal Atatürk

 Mustafa Kemal'in uygarlık arayışının nihai olarak nasıl bir uygarlık olduğunu görmek için her şeyden önce onun kadının eşitlik ve özgürlük meselesine nasıl yaklaştığına bakmak gerekmektedir. Onun kadının kurtuluşuna dair önermiş olduğu toplumsal çerçeve, ekonomik ve politik kuramsal düşüncelerinin çerçevesini çoktan aşan ve geleceğin uygarlık arayışına ışık tutacak niteliktedir. Bu bakımdan Mustafa Kemal'in kadının özgürlüğü için formüle ettiği toplumsal ilişkiler çerçevesi, ekonomik ve politik ilişkilere dair formüle ettiği toplumsal ilişkiler çerçevesinin eleştirisi olarak yorumlanabilir. Mustafa Kemal kadının kurtuluş mücadelesini ilerletmeyi, kadının toplumsal konumunu yüceltmeyi bütün bir ulusun insanlık nezdinde vermiş olduğu tanınma mücadelesiyle birleştirmiştir. Öyleyse önce Mustafa Kemal'in eserlerinde kadının kurtuluşuna dair ileri sürülen görüşlerini sistematik olarak ortaya koymaya çalışalım.

TANINMA MÜCADELESİ VE KADIN MESELESİ

Mustafa Kemal 14 Ocak 1920 tarihinde "Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti Heyeti Temsiliyesi" adına "Denizli Müdafaai Hukuk Cemiyeti Riyaseti"ne yazdığı mektupta kadınların "vatan selamet ve saadeti namına, milletin valide ve hemşiresi sıfatıyla eşlerinin yanı başında yer alarak milli mesaiye" katılmış olmalarını, onların da "milli ve vatani menfaatlarla şiddetle alakadar olduklarını bu şekilde ispat" ettiklerini ve bununla "bütün cihan gözünde ve bilhassa Avrupa'nın bize muhalif olan kamuoyu arasında, Türklerin asil bir zihniyete sahip ve gelecekte her türlü gelişme kabiliyeti ve kuvvetine sahip" olduklarını kanıtladıklarını yazmaktadır.[2] Mustafa Kemal burada kadınların "vatan selamet ve saadeti namına" eşleriyle beraber "milli mesaiye" katılmış olmalarını ve böylelikle "milli ve vatani menfaatlarla şiddetle alakadar" olmalarını Türk ulusunun "asil" ahlaki bir tutuma sahip olduklarının kanıtı olarak alıyor ve bu Türklerin "gelecekte her türlü gelişme kabiliyeti ve kuvvetine sahip" olduklarını göstermektedir. Onun bu belirlemesi Ankara eşrafına yönelik 28 Aralık 1919 tarihinde yapmış olduğu konuşmaya gönderme yapıyor.

Mustafa Kemal bu konuşmasında 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan ateşkese ("Mütarekename") dikkat çeker. Ateşkes, ABD başkanı Woodrow Wilson'ın 14 maddeden oluşan ve "Wilson İlkeleri" olarak da bilinen Mütarekename'nin imzalanmasıyla sağlanır. Mütarekename'nin 12. maddesi Osmanlı İmparatorluğu'nun statüsünü ve geleceğini ilgilendirmektedir. İlgili maddenin ilk kısmında şöyle deniyor: "Bugünkü Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Türk kesimlerine güvenli bir egemenlik tanınmalı..." Buna göre "Türk kesimlerine" egemenlik hakkı tanınmıştır. Fakat itilaf devletleri Versay Konferansı'nda kendilerinin imzaladıkları antlaşmaya kendileri uymazlar. Versay Barış Anlaması ile teyit ettikleri Wilson İlkelerine kendileri itibar etmezler.

Bu antlaşmanın 12. maddesi "Türkiye'nin hayat ve mukadderatının teminatı ve kefili" olarak görülüyordu. Fakat itilaf devletlerinde "büyük bir zihniyet değişikliği" görülür ve Barış Antlaşması imzalandığında Osmanlı'yı "hür ve bağımsız yaşamaya layık" bir millet olarak kabul etmelerine rağmen kısa bir süre sonra "kendi iktisadi ve siyasi menfaatlarını tatmin edebilmek için" şimdi "Osmanlı milletini" "kabiliyetten mahrum" bulunur. Tersine Osmanlı milleti zalimdir ve tabi "zulüm medeniyetle bağdaştırılamaz" ve "kabiliyetsizlik de affedilir bir şey olamaz." Bu durumda, eğer bu suçlamalar isabetli olsaydı, Mustafa Kemal'e göre de  "milletimizin bağımsız yaşamaya hakkı iddia olunamazdı."[3] Osmanlı milletinin "zalim" ilan edilmesinin nedeni azınlıkların durumundan kaynaklanırken, "kabiliyetten mahrum" ilan edilmesinin en önemli nedeni kadının toplumdaki konumundan kaynaklanmaktadır. Mustafa Kemal'in eserlerinde karşılaştığımız tüm çelişkili şekliyle azınlıklar sorununu başka bir yazımda ele alacağım. Mustafa Kemal kadının eşitlik ve özgürlük sorununu çok ciddiye almaktadır. Onun açısından kadının toplumsal konumunun yüceltilmesi ve toplumsal yaşamının tüm alanlarında erkek ile eşit konumda olması aynı zamanda ulusun medeniyetin bir parçası olduğu ve bu nedenle ulus olarak yaşam hakkı olduğu iddiası ile eş anlama gelmektedir. Bu bakımdan kadının toplumdaki yerinin yüceltilmesi, ulusun insanlık nezdinde uygar bir ulus olarak tanınma mücadelesinin en önemli yanını oluşturuyor denebilir.

HAYAT KADINSIZ OLMAZ 

Mustafa Kemal'in kadına bakışı, hayata bakışının içeriğini oluşturmaktadır. Yukarıda kadının toplumdaki konumunun yüceltilmesi ve giderek tamamıyla özgürleşmesine dair düşüncelerin ulusun insanlık nezdinde tanınma mücadelesiyle ilişkilendirilmiş olması, onun kadının kurtuluş meselesine basit bir şekilde sanki yalnızca işlevsel yaklaştığına dair bir izlenim oluşturabilir. Fakat bu yanıltıcı bir izlenim olacaktır. Zira Mustafa Kemal'in kadının konumuna dair eleştirel gözlemleri ve kurtuluşuna dair ilkeli yaklaşımı daha derin bir anlayışın ürünüdür. Şöyle ki, 31 Ekim 1914 tarihinde Salih Bozok'a yazdığı mektupta hayatlarını ortaklaştıran kadın ve erkeklerin evlilik günlerini hayatlarının hep en mutlu günü olarak hatırlamalarının bir rastlantı olamayacağını yazar. Şöyle der söz konusu mektupta: "Yeni evlenen bir kişinin gönlü hayat, aşk ve saadet hisleriyle dopdoludur."[4] Evlenenlerin mutluluğuna neden kıyas bulunmaz? Evlilik, iki insanın hayatını bütünleştirmesi anlamına gelir. İki insanın hayatının tamlanması. Ortak duygular ve düşünceler geliştirip, yaşama dair ortak hedefler geliştirmek. Böylece ortak hedefler gerçekleştirildikçe uyumlu haz ve zevk dolu bir yaşam arzusu. Bu yüce duygularla ve beklentilerle evlilik yapıyor insanlar. İki insan arasında uyumlu ilişkileri betimlemek için halk arasında "bir elmanın iki yarısı" deyimi geliştirilmiştir. Çiftler birbirleriyle olan ilişkilerinde gördükleri uyumluluğu ve bunun verdiği hazzı dile getirmek için diğerinden "ruhumun diğer yarısı" diye bahsederler. Bu yüce duygu ve mutluluk beklentileriyle yapılan evliliklerini "(i)nsanlar hayatında bu aydınlık ve sevinçli dakikaları ölünceye kadar hep aynı şekilde duygulanarak pek mühim ve hayatı için tarihi bir hadise olarak anıp hatırlar" diyor Mustafa Kemal. Dolayısıyla iki insanın birbirlerinin ruhlarının ikinci yarısı oldukları ilişkiler yani kadın ve erkek arasındaki ilişkiler eşitliği ve özgürlüğü şart koşar. Mustafa Kemal, Salih Bozok'a "(s)en bunu kendinden bilirsin" dedikten sonra: "Ben bunu tecrübe etmedim. Fakat az çok hayatı ve insanları ettiğim için bu neticeyi buldum" der ve devam eder: "Hayatın çeşitli yönlerinden birkaçını görenler evlendikten sonra keşfedilmemiş yönlerini de ister istemez görürler. Bu pek tatlı olabildiği gibi pek acı da olabilir."[5] Sonra keşfedilenler gerçekten "pek tatlı olabildiği gibi pek acı da olabilir." Fakat baştan beklentiler hep "tatlı" olur. Geleceğe dair, tüm gerçekçi yaklaşımlara rağmen bu iyimserlik olmasa insanların bireyler ve bir bütün toplum olarak tek ciddi adım atması mümkün olamaz. İnsanın ruhunun diğer yarısını bulduğuna dair iyimser düşüncenin tatlılığının tarifi olabilir mi?!

Mustafa Kemal, aktardığım bu mektubunu Salih Bozok'a Fuat Bulca'nın evliliği vesilesiyle yazıyor. Aynı nedenle Fuat Bulca'ya 31 Ekim 1914 tarihinde yazdığı mektupta, bizzat kendisi deneyimlemiş olmamasına karşın hayata, insanlara, insan davranışlarına dair gözlemlerden genelleştirerek veya daha doğrusu, felsefi bir bakış açısıyla belirtecek olursak, "kavramlaştırarak" ulaştığı sonucu, "insanlar, hayat... kadınsız olmaz" diye bir önermeye dönüştürüyor. Bu, Mustafa Kemal'e göre, "(i)nkâr edilmez bir hakikattir".[6] Zira "(e)vli olanlar hayatın vazgeçilmezliğini sağlamış ve bütün fikir ve emellerini bir maksat, bir yol, bir hedefe hasredebilecek ve yönlendirebilecek kabiliyette bulunmuş olur. Ancak talih eşlerin ruh ve kalplerini kaynaştırsın."[7] Mustafa Kemal'in burada evlilik bağlamında bu söyledikleri hem doğrudan kadın ve erkek ilişkileri hem de genel olarak toplumsal ilişkiler bakımından büyük önem arz etmektedir. Burada hayatın vazgeçilmezliğinden bahsedilmektedir. Nedir hayatın vazgeçilmezliği? İki insanın "bütün fikir ve emellerini bir maksat, bir yol, bir hedefe hasredebilecek ve yönlendirebilecek" kabiliyeti göstermiş olmalarıdır.

Eskiçağ Yunan filozoflarından ve Jean-Jacques Rousseau'dan öğrendiğimize göre, toplum olmanın yani basit bir "yığın" olmak yerine gerçekten toplum olmanın koşulu bir "ortak iyiye" sahip olmaktır ve Thomas Hobbes'a göre modern toplumda tam da bir "ortak iyi" olmadığı için herkesin herkese karşı yürüttüğü bir savaş durumu hakimdir. Öyleyse farklı biçimlerde de olsa evliliklerde ve toplumda iyi bir ortak yaşamı mümkün kılmak için bir ortak iyinin yani Mustafa Kemal'in tabiriyle "bütün fikir ve emellerini bir maksat, bir yol, bir hedefe hasredebilecek ve yönlendirebilecek" kabiliyetin oluşması gerekmektedir.

Peki, insanların, bunlar evlenmek üzere hayatlarını birleştiren çiftler bile olsa, fikirlerini, emellerini, maksatlarını, yollarını ortak bir hedefe yönlendirmelerinin ön koşulu nedir? Böyle bir ortaklık ancak birbirlerinin eşit ve özgür olanı arasında olabilir. Bu eşitlik ve özgürlük ancak gönüllülük temelinde olabilir. Bu ilişkiler, John Locke'un Hükümet Üzerine İkinci Deneme'de gösterdiği gibi, eğer özel mülkiyete dayandırılırsa sonunda mülkiyet hakkında "son karar" sorununu doğurmaktadır ve bu genellikle çiftlerden birisi yani genellikle erkek olmaktadır. Dolayısıyla Mustafa Kemal, Fuat Bulca'ya yazdığı mektupta hem kadın-erkek ilişkilerinin hem de bir bütün olarak toplumsal ilişkilerin en temeline inen bir gözlemde bulunmaktadır ve o bu talebiyle halihazırda modern toplumun sınırlarını çoktan aşan ilişkiler çerçevesinde düşünmektedir.

ANADOLU,”KADINLIK HAYATINDA”BÜYÜK İNKİLAPLARA MUHTAÇ 

Mustafa Kemal "Anadolu Kadınları Müdafaai Vatan Cemiyeti"ne yazdığı 13 Aralık 1919 tarihli mektubunda Anadolu'da toplumda kadının konumunu kendi çıkarları için araçsallaştıran "Avrupa'nın bize muhalif olan kamuoyu"[8] karşısında basit bir şekilde 'bizde her şey sizdekinden daha iyidir' savunusuna girişmez. Bugün çok yaygın olan bu düalist yaklaşım karşısında son derece ayrıntılı ve özeleştirel diyalektik bir tutum sergiler. Mustafa Kemal bir taraftan Avrupalı bazı yayılmacı çıkar çevrelerinin kadının Anadolu toplumundaki konumuna dair eleştirisinin ikiyüzlülüğünü gösterirken diğer yandan elbette özeleştirel olabilmektedir. Mustafa Kemal, asıl kendi çıkarını gerçekleştirmek için ikiyüzlü eleştiri tarafından araçsallaştırılan kadının durumunun asıl eleştirisi olarak kendisini ortaya koyar. Daha da ileri gider. Kadının durumunun eleştirisini Anadolu'da, hatta tüm dünyada  insanlığın durumunun eleştirisi ile birleştirir. Zira "bütün dünyada insanlığı kapsayan bir kadın meselesi, bir kadınlık meselesi söz konusudur; yani kadınların erkeklerle aynı hukuka sahip olmadığı söylenmektedir".[9] Konuya dair yaptığı konuşmalarda sürekli vurguladığı gibi Anadolu'da "bilhassa... kadınlık hayatında" "pek büyük inkılaplara" ihtiyaç duyulmaktadır.[10] Gereksinimi her bakımdan hissedilen bu büyük devrimler "gelecekte pek büyük ilerleme ve uyanış eserleri vaat" etmektedir.

Burada önce "ilerleme ve uyanış" sözcüklerine özellikle dikkat çekmek istiyorum. Bu sözler onda tarihe bakış bakımından önemli bir duruş değişikliğine, hatta tarihe bakışta köklü bir tersine dönüşe işaret etmektedir. Yazının girişinde ithaf olarak aktardığım cümleler 1914 yılına aittir ve tarihin ilerleyişini bir çöküş tarihi olarak anlatan mitolojik anlatıların etkisiyle tarihte değişimi tarihin eski çağlarında, köklerinde, kaybolup gitmiş zamanlarda aradığını gösteriyor. Yukarıdaki cümleyi buraya olduğu gibi aktarmak istiyorum: "Selanik'in Olimpos'unda iadesi vaat edilen geçmiş tatlı günlerin hülyalarına daldım. O ciddi kardeşlik hayatına örnek olan günlerin tekrar yaşanması ne kadar büyük saadet olur."[11] Mustafa Kemal bu sözlerinde kendisini neredeyse bir romantik olarak gösterir: "ciddi kardeşlik hayatına örnek olan günlerin tekrar yaşanması". Vurgu bana ait. Bu sözlerde geçmişte gerçekten yaşanmış olan "kardeşlik hayatına" gelecekte tekrar dönülmesi arzulanmaktadır. Oysa beş yıl sonra 1919 yılında Aydınlanmacı felsefenin etkisiyle tarihte yeni olanın yaratılması anlamında "ilerleme ve uyanış" kavramlarını kullanmaktadır.

Anadolu'da ilerleme ve uyanışta kadının rolünü betimlerken Mustafa Kemal aynı zamanda "Osmanlı milleti"ne yaşam hakkı tanımak istemeyen "Avrupa'nın bize muhalif olan kamuoyu"na da yanıt verir:

 

                "Türk kadınlarının nezaketi ve ümitsizliğinin ciddiyeti, şefkat ve âlicenaplık ile karışmış olan        fedakârlıkları bu gibi toplumsal vesilelerle meydana çıktıkça, bütün cihan gözünde özellikle     Avrupa'nın bize muhalif olan kamuoyu karşısında, geleceğin asri bir Türkiya'sına vücut verecek milli kabiliyetimizi ispat edeceğinden, vatani ve milli menfaatlerde hanımefendilerin de ruhi ve fikri ortaklığı, memleket namına iftihar sebebidir. Fazilet ve fedakarlık gibimeziyetlerin manevi ve ahlaki saikleri arasında kadınlığın ve ona ait hissiyatların pek büyük bir   mevkii olduğuna göre, hanımlarımızın milli mesaide metanet ve ciddiyetle ilerlemeleri, erkekler için teşvik vesilesi ve ge lecek nesiller için de misal numunesi olacaktır."[12]

 

Mustafa Kemal'in 1919 yılına ait olan bu sözleri artık "geleceğin" çağdaş ("asri") bir Türkiye'sinden bahsetmektedir. Bu, onun Türkiye'nin geleceğine dair halihazırda bir tasavvura sahip olduğunu göstermektedir. Söz konusu asri veya çağdaş Türkiye her ne kadar "özellikle Avrupa'nın bize muhalif olan kamuoyu" nezdinde tanınma talep etse de aslında "bütün cihan gözünde" çağdaş bir ülke olarak itibar kazanmak istemektedir. Bunun elde edilebilmesi için "vatani ve milli menfaatlerde hanımefendilerin de ruhi ve fikri ortaklığı" tüm, "memleket namına iftihar sebebidir". Eş deyişle kadınların, vatanın ve ulusun çıkarlarını yani aslında mevcudiyetini ve geleceğini ilgilendiren konularda yalnızca fikren değil, aynı zamanda pratik olarak da karar süreçlerine ortak olması, tüm ülke için övünç kaynağı olacaktır. Mustafa Kemal'in gözünde "kadınlık" "pek büyük bir" yere sahiptir. Zira kadınlar konumları veya durumları bakımından aslında çok ciddi bir şekilde ümitsiz görünmektedirler. İçinde bulundukları durumdan hiçbir şekilde çıkmak mümkün gözükmemektedir.  Ama buna karşın gerçek anlamda fazilet sahibidirler. Durumları ne kadar ümitsiz gözükse de nezaketlerini koruyabilmektedirler. Fakat onların "şefkat ve âlicenaplık" karışımı olan fedakarlıkları ayrı bir övünç kaynağıdır. Kadınların tüm ulusu ilgilendiren meselelerde "mesaide metanet ve ciddiyetle ilerlemeleri, erkekler için teşvik vesilesi ve gelecek nesiller için de misal numunesi olacaktır." İşte, Anadolu kadınının vermiş olduğu kurtuluş mücadelesi, Anadolu'da kadının neliğini ilgilendiren konularda büyük devrimlere vesile olacaktır. Bu devrimlerdir ki, ulusun medeniyet seviyesine yükseltilmesinin ve bu nedenle ülkenin ve ulusun insanlık nezdinde tanınmasının kaynağı da olacaktır.

KADININ YOKSULLUĞU İNSANLIĞIN YOKSULLUĞUDUR 

Yukarıda Mustafa Kemal'in insanlığın kaderiyle kadının kaderini, kadının hali ile insanlığın halini eş anlamda aldığına dikkat çekmiştim. Mustafa Kemal'in eserlerinde kadının toplumsal konumu bakımından "sefil" halinin analizi de vardır, nedenleriyle açıklaması da, bu durumdan çıkış için perspektif önerisi de vardır, kadının kurtuluşu için somut önerileri de. Onun bu konuda geliştirmiş olduğu gözlem, analiz ve düşüncelerine yakından bakmadan önce kadının kaderiyle insanlığın kaderini nasıl ilişkilendirdiğini göstermek istiyorum. Bunun için Mustafa Kemal'in 30 Nisan 1935 tarihinde Ankara'da "Kadın Esirgeme Kurumu"nun yemeğinde yaptığı bir konuşmadan bir pasaj aktarmak istiyorum. Söz konusu konuşma Kadın Esirgeme Kurumu'nun isminin son şeklini almadan önce yapılan bir isim önerisi nedeniyle yapılmıştır. İsim önerisinde "yoksul kadınlara" sözcüğü geçmektedir. Bunun üzerine Mustafa Kemal konuşmasında şu cümlelere yer verir:

 

                "Yoksul kadın hiçbir şeyi olmayan kadın anlamında alınmıştır. Halbuki kadın denilen varlık            bizatihi yüksek bir varlıktır. Onun yoksulluğu olamaz. Kadına yoksul demek, onun bağrından      kopup gelen bütün insanlığın yoksulluğu demektir. Eğer insanlık bu halde ise, kadına yoksul    demek reva görülebilir."[13]

 

Bu sözlerinin ardından Mustafa Kemal şu retorik soruları sorar: "Hakikat bu mudur? Eğer kadın dünyada çalışan, muvaffak olan, zengin olan, maddi ve manevi zengin eden insanları yetiştirmişse ona yoksul sıfatı verilebilir mi?"[14] Bu sorulardan sonra kadının özgürlük ve eşitlik meselesini devlet meselesi olarak gördüğünü de ima eden şu açıklamayı yapar: "Bizce, Türkiye Cumhuriyeti anlamınca kadın, bütün Türk tarihinde olduğu gibi, bugün de en muhterem mevkide, her şeyin üstünde yüksek ve şerefli bir mevcudiyettir."[15] Mustafa Kemal bu sözlerini isim önerisine karşı yani normatif anlamda kadına "yoksul" sıfatının atfedilemeyeceği anlamında söylemektedir. Fakat bu sözleri onu kadının empirik olarak kadının içinde bulunduğu durumu göz ardı etmeye götürmez. Mustafa Kemal kadının toplumda sahip olduğu konumun onu insanlıktan çıkaran bir durum olduğunun pekala bilincindedir. Bunun en önemli nedenlerinden birisi, kadının Türkler arasında sahip olduğu son derece saygın yere dair unutkanlıktır. "Birkaç asırdan beri Türk kadınlığının manası unutulmuş, o, bunca varlıkların maddi, manevi kaynağı olduğu halde yüzüstü bırakılmış, unutulmuştur!"[16]

Mustafa Kemal burada "Türk kadınlığının manası unutulmuş", "bunca varlıkların maddi, manevi kaynağı olduğu halde yüzüstü bırakılmış, unutulmuştur" sözleri ile örneğin "Bursa Sultani Mektebi"nde 23 Ocak 1923 tarihinde yaptığı konuşmada açıkça işaret ettiği gibi Oğuz Han zamanını, Timur zamanını ve bir kadın olarak devlet yönetmiş olan Turakina'yı kastetmektedir. Oğuz Han zamanında "kadınlar, her işte erkeklerle beraber idiler."[17] "Turakina, hakikaten büyük bir devleti, bir ülkeyi idareye muktedir bir kadındı".[18] Timur'un ise "doğrudan doğruya karısı, kendisinden daha muktedir bir kadındı"[19] ve "(a)ynı ata beraber binerler ve her türlü cevvaliyet ve faaliyette beraber bulunurlardı."[20] Kadın ve erkek ilişkilerinde unutulmuş olan bu gelenektir Mustafa Kemal'e göre.Peki, kadın erkek ilişkilerinde bu "eşitlikçi" geleneği hatırlamak ne demektir? Eşitliğin  yeni koşullarda yeniden tesis edilmesi için nereden başlamak gerekir işe?

KADININ KÖLELEŞTİRİLMESİNE ÜRETİM VE KAMUSAL ALANDAN UZAKLAŞTIRILMASI NEDEN OLMUŞTUR 

Mustafa Kemal'in kadının kurtuluşuna dair açıklamalarında sadece yasal ve siyasal öneriler bulunmamaktadır. Aynı zamanda ekonomik, toplumsal ve pedagojik öneriler de vardır. Bu bakımdan onun kadının özgürleşmesine dair kapsamlı bir kuramsal çerçeveye ve politik bir perspektife sahip olduğunu söyleyebiliriz.

Mustafa Kemal'in kadının kurtuluş mücadelesine özgün katkısı sorulduğu zaman genellikle onun uzun yıllar verdiği mücadeleler sonucu kadını erkek ile yasal ve politik haklar bakımından eşit kılan seçme ve seçilme hakkının 5 Aralık 1934 tarihinde yasal olarak verilmiş olması gösterilir. Bu vesileyle Atatürk yaptığı açıklamada şöyle der: "(b)u karar ile Türk kadınına toplumsal ve siyasal hayatta bütün milletlerin üstünde yer vermiştir. Çarşaf içinde, peçe altında ve kafes arkasındaki Türk kadınını artık tarihlerde aramak lazım gelecektir."[21] Bu yasal düzenleme elbette kadına "toplumsal ve siyasal hayatta" büyük haklar tanımış ve eşit kılmıştır. Bu yasal düzenleme ve kadına tanınan "toplumsal ve siyasal" haklar elbette Mustafa Kemal'in "unutulmuştur" dediği durumun hatırlanıp yeni koşullarda yeniden yaratılmasıyla ilgilidir. Eşit toplumsal ve siyasi haklar elde eden kadınlar artık toplumun ve devletin idaresinde görev alabilecek, kamusal alanda yer işgal edebilecek ve böylelikle kamusallığın yeniden şekillendirilmesine aktif olarak katılabilecektir. Filiz Karakuş Türkiye'de kadına seçme ve seçilme hakkının verilmesine giden süreci değerlendirirken şöyle der:

 

                "Cumhuriyet geçmişle kopuşu temsil ediyordu. Dolayısıyla yapılan reformlar, laik hukuk,              Cumhuriyet döneminin amacıydı. 1926 Türk Medeni Kanunu, hilafetin kaldırılması, dinsel     kurumların kapatılması gibi değişiklikler kadınların özgürleşmesi için çok önemli reformlardı.       Dolayısıyla kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınması da Cumhuriyet döneminin kaçınılmaz sonuçlarından biriydi."[22]

 

Cumhuriyet eşitliği ve özgürlüğü temel alır ve yurttaşlık ilkesine dayanır. Bu nedenle Cumhuriyet zorunlu olarak feodal zihniyetin ürettiği tüm hiyerarşik düzeni yıkar. Dolayısıyla kadına seçme ve seçilme hakkının verilmesi yalnızca zaman meselesiydi. Fakat hatırlamak gerekir ki, 1924 Anayasa tasarısı kadının da seçme ve seçilme hakkının tanınmasını öngördüğü için reddedilmiştir. Bunun üzerine on yıl boyunca süren yoğun çaba gösterilmiş ve çok çeşitli aydınlatma çalışmaları yapılmıştır. Filiz Karakuş'un dikkat çektiği süreci yukarıda alıntıladığım açıklamasında Mustafa Kemal kısaca şöyle  özetler:

 

                "Türk kadını evdeki mevkiini salahiyetle (yetki -DG) işgal etmiş, iş hayatının her safhasında           muvaffakiyetler göstermiştir. Siyasi hayatta belediye seçimlerinde tecrübesini yapan Türk            kadını, bu sefer de mebus seçme ve seçilme suretiyle haklarının en büyüğünü elde etmiş       bulunuyor. Medeni memleketlerin birçoğunda kadından esirgenen bu hak, bugün Türk    kadınının elindedir ve onu salahiyet ve liyakatle kullanacaktır."[23]

 

Büyük bir Aydınlanmacı iyimserlik ile kadının "salahiyet ve liyakatle" yani elde etmiş olduğu hakka yetkin ve layık olarak, kısacası hak etmiştir ve layıkıyla kullanacaktır. Kadına "verilen" toplumsal ve siyasal haklar onu erkekle eşit kılmıştır. Burada "verilen" derken Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde kadının toplumsal ve siyasal haklarının karar altına alınmasına işaret ediyoruz. Bu hakların kadına hiçbir şekilde hediye edilmediğini biliyoruz. Tarihçi Sinan Meydan kadının eşitlik ve özgürlük haklarını elde etme konusunda yapılan yasal düzenlemeler tarihinin kısa dökümünü yapmıştır ve Elif İlhamoğlu yapmış olduğu örnek bir çalışmayla bu düzenlemelerin toplumsal ve siyasal tartışma ve mücadele bağlamlarının tarihini ve çerçevesini sunmuştur.[24]

Yukarıda Mustafa Kemal'den son olarak aktardığım pasajdaki kilit cümle, kadının "iş hayatının her safhasında muvaffakiyetler göstermiştir" olduğuna dikkat çeken cümledir. Bu cümlesiyle Mustafa Kemal Türklerin tarihinde kadının köleleştirilmesinin nedenine işaret eder. Kadına, onun tabiriyle, toplumsal ve siyasal haklarının verilmesi, kadının insan ve kadın olarak gerçekten kurtuluşuna giden yolda çok önemli bir adımdır. Fakat son adım değildir. Mustafa Kemal, kadının köleleştirilmesine dair, görebildiğim kadarıyla bugüne kadar hiç dikkate alınmayan, nedensel bir açıklama getirir. Seçme ve seçilme hakkının verilmesinden bir hafta sonra yaptığı bir konuşmasında Mustafa Kemal Türklerin tarihinde kadının köleleştirilmesinin ekonomik nedenine dikkat çeker ve şöyle der: "Türkün yakın geçmişteki gerileyişi, ulusun üzel (ezeli -DG) turasına (töresine -DG) aykırı olarak, Türk kadınının işten uzaklaşması ile başlamıştır."[25] Kadının iş hayatından uzaklaştırılması, gittikçe daha çok eve kapatılması, kamusal alandan uzaklaştırılıp, özel hayata hapsedilmesi ve ev işlerine mahkum edilmesi; işte Mustafa Kemal'e göre kadının köleleştirilmesinin ana nedeni budur. Cümleyi bağlamında aktarınca onun Aydınlanmacı fikirleri nasıl işlediğini göreceğiz ve tabii kadının özgürleşmesine dair bu politik projenin tarihsel derinliği ve sınırları da görülecektir:

 

                "Ulusal ökonomi yapımız yücelirken, her Türkün alın terinin değerlenmesini gözden       kaçırmıyoruz. Ulusçu siyasamız, kişisel benliği silmek değil, gerçekleştirmek yolundadır.

                Kişi, kendi özlüğüne, bilgisine, yararlılığına dayanırsa, ulus da acunun (dünyanın -DG) en               dirlikli, en ülkülü, en kültürlü uluşunu (kentini, sitesini, devletini -DG) kurabilir.

                Türk kadınının ulusun bu evrensel işinde yeri eşsizdir. Türkün yakın geçmişteki gerileyişi,              ulusun üzel turasına aykırı olarak Türk kadınının işten uzaklaştırılması ile başlamıştır. Türkiye              Cumurluğu ulusumuzu bugün bütünleştirmiş bulunuyor."[26]

 

Bu sözlerde ifadesini bulan görüşün derinliği, Mustafa Kemal'in kadının kurtuluşunu yalnızca yasal düzenlemelerle ve siyasal haklarla sınırlı görmemesinde yatmaktadır. Kadının kurtuluşunu iş hayatıyla ilişkilendirmekle konunun ekonomik, dolayısıyla üretim ile olan ilişkisine dikkat çekmektedir. Öyleyse, kadın ve erkek arasındaki ilişkilerin eşitlikçi ve özgürlükçü temelde şekillendirilebilmesi için üretim ilişkilerinin de buna uygun bir şekilde düzenlenmesi gerekmektedir. Bu ilişkilerin düzenlenmesi için Mustafa Kemal ne öneriyor? Son alıntıladığım yerde bu konuda Aydınlanmacılığın temel kavramlarıyla çalışıyor Atatürk. Bunun izini şu cümle parçacıklarında sürebiliriz: "her Türkün alın terinin değerlenmesini", "yararlılığına dayanırsa". Bu cümle parçalarında kullanılan "değer" ve "yarar" kavramları modern toplumun temelini oluşturur ve bugün artık bildiğimiz gibi "(u)lusçu sıyasamız, kişisel benliği silmek değil, gerçekleştirmek yolundadır" cümlesinde kullanılan "kişisel benliği... gerçekleştirmek" emeliyle çelişki içerisindedir. Aynı zamanda modernliğin de temel çelişkisi anlamına gelen bu çelişkinin teorik olarak çözülmesi, Mustafa Kemal'in ekonomiye dair düşüncelerinin, kadında akıl ve beden yetilerini de tam olarak geliştirmeyi amaçlayan pedagojik düşünceleriyle de ilişkili olarak derinlemesine analizini gerektirir. Bu ise başka bir yazının konusu olacaktır.

 


[1] Atatürk, Bütün Eserleri, Kaynak Yayınları, İstanbul 2015, c. 1, s. 142.

[2] Atatürk, Bütün Eserleri, Kaynak Yayınları, İstanbul 2017, c. 6, s. 143.

[3] Atatürk, Bütün Eserleri, Kaynak Yayınları, İstanbul 2017, c. 6, s. 27.

[4] Atatürk, Bütün Eserleri, Kaynak Yayınları, İstanbul 2015, c. 1, s. 202.

[5] Atatürk, a.g.e., c. 1, s. 202.

[6] Atatürk, a.g.e., c. 1, s. 203.

[7] Atatürk, a.g.e., c. 1, s. 203.

[8] Atatürk, Bütün Eserleri, Kaynak Yayınları, İstanbul 2017, c. 5, s. 363.

[9] Atatürk, Bütün Eserleri, Kaynak Yayınları, İstanbul 2017, c. 14, s. 377.

[10] Atatürk, a.g.e., c. 5, s. 363.

[11] Atatürk, a.g.e., c. 1, s. 142.

[12] Atatürk, a.g.e., c. 5, s. 363.

[13] Atatürk, Bütün Eserleri, Kaynak Yayınları, İstanbul 2017, c. 27, s. 195.

[14] Atatürk, a.g.e., c. 27, s. 195.

[15] Atatürk, a.g.e., c. 27, s. 195.

[16] Atatürk, a.g.e., c. 27, s. 195.

[17] Atatürk, a.g.e., c. 14, s. 376.

[18] Atatürk, a.g.e., c. 14, s. 376.